« Ona itaat ederseniz hidayete erersiniz.»
Ebu Ömer Necid şöyle diyor: “Kitab ve Sünnetle delillendiril-meyen her duygu batıldır.”
İnsanlardan bir çoğu bu mevzuda hata içerisindedirler. Bir şahıs hakkında, onun Allah’ın dostu olduğunu ve Allah dostunun her dediğinin kabul edileceğini zannedip, Kitab ve Sünnete muhalif olsa bile her yaptığına teslim olur. O şahısa, bu işlerinde muvafakat gösterir. Allah’ın, yaratılmışların hepsine gönderdiği, onun haber verdiğinin tasdikine ve emrettiğinin taatine uymayı farz kıldığı, Allah dostlarıyla düşmanlarını, cennet ve cehennem ehlini, mutlulularla sıkıntı içerisindekileri ayırt edici olarak gösterdiği Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e muhalefet etmiştir. Her kim O’na tâbi olursa, Allah’ın muttaki olan, Allah dostlarından, işi rast giden askerinden ve Salih olan kullarından olur. Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e muhalefet edip, o şahsa muvafakat göstermenin başı bidat ve delalet, sonu ise küfür ve nifaktır. Onun Allah Teâlâ’nın şu sözünden nasibi vardır:
﴿وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً {27} يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً {28} لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولاً﴾
«Zâlim, o gün ellerini ısıracak ve: “Ah ne olurdu. Peygamberle bir yol edinseydim”; “Yazıklar olsun bana! Ne olurdu falanı dost edinmeseydim”; “İşte o beni, bana Rabbimden geldikten sonra Kitap’tan uzaklaştırdı. Zaten şeytan insanı yalnız bırakır” diyecektir. »
Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:
﴿يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا {66} وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا {67} رَبَّنَا آتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَبِيراً﴾
« Ateşte yüzlerinin çevrildiği o gün, “keşke Allah’a İtaat etseydik ve keşke Rasûle itaat etseydik” derler. Ve yine derler ki: “Rabbimiz! Biz, kendi liderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik; onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.”
“Rabbimiz! Onlara iki kat azâb ver ve onlara büyük lânet et.” »
﴿وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبّاً لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ {165} إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُواْ مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ وَرَأَوُاْ الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الأَسْبَابُ {166} وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُواْ لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُواْ مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُم بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ﴾
« İnsanlar içinde bir takım kimseler de vardır ki, Allah’tan başkasını O’na ortaklar edinip, onları, Allah’ı sever gibi severler; gerçi îman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir; fakat o zulmedenler, azâbı görürken, bütün kuvvetin Allah’a mahsus ve Allah’ın şiddetli azâb sâhibi olduğunu bir bilselerdi…
(Yine o zaman) peşlerinden gidilenler, azâbı görüp peşlerinden kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle aralarındaki münasebetleri kesilmiş…
Ve peşlerinden gidenler, “keşke bizim için dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı da, onların bizden kaçıp kurtuldukları gibi, biz de onlardan kurtulsaydık” demektedirler…İşte, Allah onlara amellerini, üzerine yığılmış pişmanlıklar halinde böyle gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.»
Bunlar,Allah Teâlâ’nın Kur’an’da bahsettiği Hıristiyanlara benzemektedirler. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَاباً مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهاً وَاحِداً لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ﴾
« Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem’i oğlu Mesih’i kendilerine Rab edinmişler. Halbuki onlar da tek bir ilâha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir. »
“Müsned” de geçen ve Tirmizi’nin sahihlediği, Adiy b. Hatim hadisinde, bu âyetin tefsirinde Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e bunu sormuş ve “bizler onlara tapmıyorduk” demiştir. Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem: “Fakat, haramı sizin için helal kılmış, sizler de onlara itaat etmiştiniz. Helali de sizin için haram kılmıştı, sizlerde onlara itaat etmiştiniz. İşte bu sizin onlara tapmanızdır” buyurmuştur.
Bunun içindir ki bunların misalinde şöyle denilir: Onlar ancak usûlü yok etmek için vusûlü (ulaşmayı) haram kıldılar. Usûlün aslı ise; Allah’a ve Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e îmanı gerçekleştirmektir. Allah’a, Rasûlüne, O’nun getirdiklerine, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna, herkesin; cinlerin, insanların, arabın, acemin, âlimlerin, ubbadın, kralların ve bütün halkın buna îman etmesi gerekir. Hiç kimsenin, batinen ve zahiren O’na uymaktan başka, Allah’a gidecek yolları yoktur. Hatta, Mûsâ, Îsa ve diğer peygamberleri idrak etmiş olsa bile, O’na tabi olmak gerekir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
﴿وَإِذْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّيْنَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُواْ أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُواْ وَأَنَاْ مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ {81} فَمَن تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ﴾
« Allah, (geçmiş) peygamberlerden şöyle söz almıştı: “Size Kitab ve hikmet verdim. Sonra da yanınızda bulunan (Kitab ve hikmet)ı tasdik eden bir peygamber geldi. Ona mutlaka îman edecek ve yadımda bulunacaksınız İkrar ettiniz ve bu ağır yükü kabul ettiniz mi?” buyurduğunda (peygamberler:) “”ikrar ettik” demişler, bunun üzerine Allah’da: “O halde şâhid olunuz. Ben de sizinle birlikte (buna) şâhidlik edenlerdenim” buyurmuştu. Artık bu sözden sonra kimler yüz çevirir, (ve verilen sözden dönerse), işte asıl fâsıklar onlardır. »
İbnu Abbas Radıyallahu Anhuma şöyle diyor: Allah Teâlâ gönderdiği her peygamberden, yaşadıkları halde, şayet Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gönderilirse O’na îman edip yardım edeceklerine dair söz almıştır. Peygamberler de, ümmetlerinden, onlar hayatta oldukları halde Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gönderilirse O’na îman edip, yardım etmelerine dâir söz almışlardır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيداً {60} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ إِلَى مَا أَنزَلَ اللّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنكَ صُدُوداً {61} فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ ثُمَّ جَآؤُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللّهِ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ إِحْسَاناً وَتَوْفِيقاً {62} أُولَـئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُل لَّهُمْ فِي أَنفُسِهِمْ قَوْلاً بَلِيغاً {63} وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذ ظَّلَمُواْ أَنفُسَهُمْ جَآؤُوكَ فَاسْتَغْفَرُواْ اللّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُواْ اللّهَ تَوَّاباً رَّحِيماً {64} فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجاً مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيماً﴾
« Sana indirilen (Kur’an)’e ve senden önce indirilen (kitap)lere inandıklarını iddia eden (şu münafık) kimseleri görmüyor musun? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı olan) tâğûtu inkâr etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları, (dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor. Onlara “Allah’ın indirdiği (Kur’an)’ne ve Peygambere gelin” denildiği zaman, o münafıkların, senden yüz çevirip kaçtıklarını da görüyorsun. Fakat kendilerine, kendi ellerinin sebep olduğu bir musîbet gelip çattığı zaman, nasıl da “iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik” diye Allah’a yemin ederek sana geliyorlar. İşte böylelerinin kalplerinde ne olduğunu Allah (çok iyi) bilir! Bu sebeple onlardan uzak dur onlara nasihat et ve kendileri hakkında onlara tesirli söz söyle. Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi, ancak Allah’ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Halbuki onlar, kendilerine zulmettiklerinde, sana gelip Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) mağfiret dileseydi, herhalde Allah’ı, tövbeleri çok kabul edici ve çok bağışlayıcı olarak bulurlardı. Fakat hayır; Rabbine yeminler olsun ki,onlar, aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar. »ardı.ar için (Allah'h'hakkındaünafık) kimseleri görmüyor musun?
Her kim veli-dost zannettiği birini taklit ederek Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerinden bir şeye muhalefet ederse, işini onun Allah’ın dostu olduğuna bina etmiştir. Allah dostu, bir şeyde muhalefet etmez. Bu şahıs, Allah dostlarının en büyüklerinden, sahabenin ve tabiînin büyükleri gibi bile olsa, Kitab ve Sünnete muhalif ise kabul edilmez. Durum böyle olmazsa, acaba nasıl olur!? Bunlardan bir çoklarını, Allah dostu olmadaki itikatlarında ki temel hususu, ondan bazı işlerde, bazı gizli işleri ortaya çıkarabilir veya olağanüstü olaylar sâdır olabilir. Bir şahsa işaret ettiğinde onun ölmesi, Mekke’ye veya başka bir yere uçması, bazen su üstünde yürümesi, çaydanlığı havadan doldurması, bazı vakitlerde ğaybdan haber vermesi, insanların gözleri önünde kaybolması, bazı insanların onun ölü veya orada olmadığı halde ondan yardım dilemesi, onun gelip hacetini giderdiğini görmesi, insanların çalınanlarını, olmadıkları veya hasta oldukları hallerini haber vermesi gibi olaylar ve benzeri şeyler, sahibinin Allah dostu olduğuna işaret etmez. Aksine, Allah dostları ittifak etmişlerdir ki; bir şahıs havada uçsa, su üstünde yürüse de ona aldırılmaz. Tâki Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e uyması, O’nun emrine ve nehyine muvafakatine bakılır.
Allah dostlarının kerametleri, bu işlerden daha üstündür. Bu olağanüstü olayların sahibi, Allah dostu olsa bile, o, Allah’ın düşmanı olur. Bu olağanüstü olaylar, kâfirlerin, müşriklerin, ehli Kitabın ve münafıkların bir çokları için olabilir. Bidat ehli için de olabilir ve o şeytandandır. Bu gibi olaylardan biri onda olursa onun Allah dostu olduğunu zannetmesi câiz değildir. Bilakis, Allah dostu olarak itibar edilebilmesi için, fiillerinin ve sıfatlarının Kur’an ve Sünnete uygun olması, îman ve Kur’ân’ı bilmeleri, batınî îmanın hakikati ve zâhiri İslam’ın kanunlarını yaşamaları gerekir.
Bunun misali, zikredilen bu işler ve benzerleri, abdest almayan, farz namazları kılmayan, elbiseleri necaset içerisinde, köpeklerle birlikte yaşayan, hamamlarda, çöplüklerde ve kabirlerde geceleyen, pis kokular içerisinde, İslam’ın emrettiği taharetle temizlenmeyen ve kirden arınmayan birisi olabilir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« İçerisinde köpek ve cenabet bulunan eve melekler girmezler. »
Tuvaletler hakkında da şöyle buyuruyor:
« Bu tuvaletler, cinleri ve şeytanları getirir. »
« Kim şu iki pis ağaçtan (soğan-sarımsak) yerse, bizim mescidimize yaklaşmasın. Âdemoğlunun ezâ gördüklerinden melekler de ezâ görür. »
« Allah güzeldir, güzelden başkasını kabul etmez. »
« Allah temizdir, temizliği sever. »
« Beş şey fasıklardandır. Haramda ve helalde öldürülür: Yılan, fare, karga, çaylak ve azgın köpek. » Başka bir rivayette: « Yılan ve akrep» gelmektedir.
[ Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem köpeklerin öldürülmesini emretti. Şöyle buyurur:
« Kim kendisine ziraatında fayda vermediği ve kendisinden zararı def etmediği halde köpek beslerse her gün amelinden bir kîrât eksilir. »
«Melekler, yanlarında köpek olan bir topluluğa arkadaşlık etmezler. »
« İçinizden birisinin kabını, bir köpek yalarsa, birincisi toprak olmak üzere yedi defa yıkasın. » ]
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿ وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَـاةَ وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ {156} الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ﴾
« “Rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır. İyiliği, (benden) sakınanlara, zekâtı verenlere ve bir de âyetlerimize îman edenlere yazacağım.”
İşte bunlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buldukları ümmî Nebiyy’e, Rasûl’e tâbi olanlardır. O Rasûl (Peygamber), onlara iyiliği emreder, onları kötülükten nehyeder; onlara, iyi ve teniz olan şeyleri helâl, kötü ve pis olan şeyleri de haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıklarını ve zincirleri onlardan kaldırıp atar. Ona îman edenler, onu yücelterek himaye edenler, ona yardım edenler ve onun vâsıtasıyla indirilen nûra tâbi olanlar, işte kurtuluşa erenler bunlardır. »
Bir şahıs, şeytanların sevdiği necaset ve pislik içerisinde yaşar, şeytanları getiren hamam ve tuvaletlerde geceler, yılanlar, akrepler ve büyük eşek arısı, fasıklardan ve pisliklerden olan köpeklerin kulaklarını yer, şeytanların sevdiği necasetlerden olan sidik ve benzerlerini içer, Allah’tan başkasından yardım çağırmaya davet eder, ona yönelir veya dini, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hâlis kılmayıp şeyhinin kabrine doğru secde ederse, köpeklerle veya ateşlerle yakın ilişkisi bulunur, çöplüklerde ve necis yerlerde geceler veya kabirlerde özellikle de yahudi, hıristiyan ve müşriklerden olan kâfirlerin kabirlerinde geceler, Kur’an dinlemeyi kerih görüp ondan kaçar, onun yerine müzik ve şiirler dinlemeyi tercih eder, Rahman’ın kelamını işitmesi değil de, şeytanın düdüklerini işitmesinden etkilenirse, bunlar, Rahman’ın dostlarının alâmetleri değil, şeytanın dostlarının alâmetleridir.
İbnu Mesud Radıyallahu Anhu şöyle diyor: Sizden biriniz kendi nefsinde Kur’an’dan başkasını istemesin. Şayet Kur’an’ı seviyorsa, o, Allah’ı seviyor demektir. Şayet Kur’an’ı sevmiyorsa, o, Allah’ı ve Rasûlü’nü sevmiyor demektir.
Osman b. Affan Radıyallahu Anhu şöyle diyor: Şayet kalplerimiz temiz olsaydı, Allah Azze ve Celle’nin kelamından doymazdı.
İbnu Mesud Radıyallahu Anhu şöyle diyor: Zikir, tıpkı suyun baklayı yeşerttiği gibi, kalpteki imanı da öylece yeşertir. Müzikte, tıpkı suyun baklayı yeşerttiği gibi, kalpteki nifağı yeşertir.
Şayet bir şahıs, batinî îmanın hakikatlerinden haberdar ve Rahmânî olaylar ile şeytânî olayları birbirinden ayırt edebiliyorsa, Allah, onun kalbine nurundan atmış demektir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِن رَّحْمَتِهِ وَيَجْعَل لَّكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ﴾
« Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve Peygamberine îman edin ki, size rahmetinden iki kat versin; sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nûr yaratsın ve günâhlarınızı bağışlasın. »
﴿وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحاً مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِن جَعَلْنَاهُ نُوراً نَّهْدِي بِهِ مَنْ نَّشَاء مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ﴾
« İşte sana da (ey Muhammed!) emrimizden bir ruh (Kur’an)u böyle vahyettik. Önceden sen, Kitab nedir, îman nedir, bilmiyordun. Fakat biz, o Kitabı, kullarımızdan, dilediğimizi kendisiyle hidayet edeceğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz sen de bu Kitab vasıtasıyla insanları dosdoğru yola iletiyorsun. »
İşte bu, hakkında hadisin geldiği, Tirmizi’nin Ebu Said el-Hudri Radıyallahu Anhu’dan rivayet ettiği rivayetinde bahsettiği mü’minlerdir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Mü’minin ferasetinden (ince görüş) sakının. Şüphesiz ki o, Allah’ın nuruyla bakar. »
Buhari’nin, Sahihi’nde rivayet etmiş olduğu ve daha önce geçen hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
« Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Tâki ben de onu severim. Onu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. (Benimle işitir, benimle görür. Benimle tutar ve benimle yürür) Şayet benden isterse muhakkak ona veririm. Benden sığınma isterse muhakkak onu korurum. Mü’min bir kulumun nefsini kabzetmede tereddüt ettiğim gibi, hiçbir şeyde tereddüt etmedim. O ölümü kerih görür, ben de onun sevmediğini sevmem. [ Fakat ölümden kaçış yoktur.]»
Şayet bir kul, bunlardan ise, Rahman’ın dostlarının durumu ile şeytanın dostlarının durumunu birbirinden ayırt etmiştir. Tıpkı sarrafın dirhemin sahtesini gerçeğinden ayırt etmesi, atlardan anlayan birinin iyisini kötüsünden ayırt etmesi, biniciliği bilen birinin korkağı ve cesuru birbirinden ayırt etmesi gibi. Bunun gibi, sadık olan bir peygamberle yalancının arasını ayırmak gerekir. Âlemlerin Rabbinin Peygamberi Sâdıkul-Emîn Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile, Mûsâ, Mesih ve Museylemetul-Kezzab’ın, yalancılardan olan el-Esvadul-Anesi, Tuleyhetul-Esedî, el-Harisud-Dımeşkî, Bâbâh er-Rûmî ve benzerlerinin arasını ayırmak gerekir. Yine muttaki olan Allah dostlarıyla, zâlim olan şeytan dostlarını birbirinden ayırmak gerekir.
FASIL
Hakikat, Nebilerin Ve Rasûllerin, farklı şeriatları ve yolları da olsa, üzerinde ittifak ettikleri, âlemlerin Rabbinin din gerçeğidir. “Eş-Şir’atu” kelimesi “şeriat” manasına gelmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً﴾
« Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol vazettik. »
﴿ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِّنَ الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ {18} إِنَّهُمْ لَن يُغْنُوا عَنكَ مِنَ اللَّهِ شَيئاً وإِنَّ الظَّالِمِينَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُتَّقِينَ﴾
« (Ey Muhammed!) Sonra sana dinden yeni bir şeriat verdik. Ona uy. Bilmeyenlerin heveslerine uyma. Zira onlar, Allah’tan gelecek bir şeyi senden asla savamazlar. Zâlimler birbirlerinin dostudurlar; Allah ise sakınanların dostudur. »
“Minhâc” kelimesi “yol” manasına gelmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿وَأَلَّوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُم مَّاء غَدَقاً {16} لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَمَن يُعْرِضْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَاباً صَعَداً﴾
« Halbuki onlar, İslam’ın yoluna yönelmiş olsalardı, denemek için onlara bol bol su içirirdik. Kim de Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Allah da onu çok ağır bir azâba sokar. »
“Eş-Şir’atu” nehrin şeriati mesabesindedir. “Minhac” ise, izlenen yol demektir. Maksat ise, dinin hakikatidir. İslam dininin hakikati ise, hiçbir ortak edinmeksizin yalnızca Allah’Azze ve Celle kulluk etmektir. İslam, bir kulun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olmasıdır, başkasına değil. Her kim Allah’tan başkasına teslim olursa, müşrik olur. Allah « Kendisine şirk koşulmasını aslâ affetmez. » Her kim Allah’a teslim olmayıp, O’na kullukta kibirlenirse, Allah Teâlâ’nın şu âyetinde buyurduğu kimselerden olur:
﴿ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ﴾
« Bana ibadet etmekten kibirlenenler, zelil olarak cehenneme gireceklerdir. »
İslam dini, önceki ve sonraki Nebi Ve Resullerin dinidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِيناً فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ﴾
« Her kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) kendisinden aslâ kabul edilmeyecektir. »
Bu, her zaman ve mekana geneldir.
Nûh, İbrahim, Yakub, torunları, Mûsâ, Îsâ, havarileri, hepsinin dinleri, hiçbir ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek olan İslam’dır. Nûh Aleyhisselam hakkında Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿ِ يَا قَوْمِ إِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُم مَّقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّهِ فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُواْ أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُواْ إِلَيَّ وَلاَ تُنظِرُونِ {71} فَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ﴾
« “Ey kavmim! İçinizde bulunmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam eğer size ağır geliyorsa – ben, Allah’a zaten tevekkül etmişimdir- ortaklarınızla birlikte işinizi kararlaştırın da, sonra işiniz size dert olmasın. Sonra da hükmü bana tatbik edin, hiç mühlet de vermeyin.”
“Eğer yüz çevirirseniz, (ben, yaptığım işe karşılık) sizden herhangi bir ücret istemiyorum; benim ecrim sadece Allah’a âittir. Ben Müslüman olmakla emrolundum. »
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ {130} إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ {131} وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَا بَنِيَّ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ﴾
« İbrahim’in dininden, kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirir? Biz, dünyada onu seçtik; âhirette de o, şüphesiz, Sâlih kullardandır. Rabbı ona “teslim ol” buyurduğunda, o, “âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. İbrahim bunu oğullarına vasiyet etmiş, Yakûb da (aynı şeyi yapmış ve): “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. Onun için, ancak Müslüman olarak ölün”(demişlerdi). »
﴿وَقَالَ مُوسَى يَا قَوْمِ إِن كُنتُمْ آمَنتُم بِاللّهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّسْلِمِينَ﴾
« Mûsâ demişti ki: “Ey kavmim! Eğer Allah’a îman etmişseniz ve müslüman da olmuşsanız, O’na tevekkül ediniz. »
Sihirbazlar şöyle demişlerdi:
﴿رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ﴾
« Rabbimiz! Bize bol sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür. »
Yusuf Aleyhisselam şöyle diyor:
﴿تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ﴾
«Beni Müslüman olarak öldür ve sâlih kullarının arasına kat. »
Belkıs şöyle diyor:
﴿وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴾
« Süleyman’ın eliyle âlemlerin Rabbine teslim oldum.»
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ ﴾
« Kendilerini (Allah’a) vermiş peygamberler onunla, yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın Kitabı’nı korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi.) »
Havariler şöyle diyor:
﴿ آمَنَّا بِاللّهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ﴾
« Allah’a îman ettik; şahid ol ki, biz, müslümanlarız. »
Şeriatları farklı da olsa peygamberlerin dini birdir. Buhari ve Muslim de gelen hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi:
« Biz peygamberler topluluğu, dinimiz birdir. »
﴿شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحاً وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ﴾
« “Dini dosdoğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin” diye Allah’ın Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğini, size dinden şeriat olarak koymuştur. Fakat müşrikleri kendisine davet ettiğin bu din, onlara zor gelmiştir. Allah, dilediğini kendine seçer. Kendine yöneleni de hidayet eder. »
﴿يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحاً إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ {51} وَإِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ {52} فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُراً كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ﴾
« Ey Peygamber! Temiz yiyeceklerden yiyin; iyi iş işleyin; zira ben, sizin ne yaptığınızı hakkiyle bilirim. Gerçek şu ki, sizin dininiz tek bir dindir; ben de sizin Rabbinizim; bu itibarla benden sakının. Ne var ki peygamberlerin tâbileri, dinlerini aralarında bölük pörçük etmişlerdir. Bu sebeple her gurup kendi yanındakiyle ferahlanmaktadır. »
﴿فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاً فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ {30} مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ {31} مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاً كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ﴾
« (Ey Muhammed!) Dosdoğru olarak yüzünü dine, Allah’ın insanları ona göre yarattığı fıtratına çevir. Allah’ın yaratışında hiçbir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez. O’na ihlâs ile yönelin, O’ndan korkun ve namazınızı dosdoğru kılın. Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşrikler gibi olmayın. »
FASIL
Bu ümmetin selefi, imamları ve Allah dostları, peygamberlerin, peygamber olmayan evliyadan daha üstün olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Allah, nimetlendirilmiş saadet içerisindeki kullarını dört mertebe de tertip etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقاً﴾
« Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte böyleleri, (kıyamet gününde), Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar en iyi arkadaştırlar. »
Hadiste de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Peygamber ve nebilerden sonra, Ebu Bekir’den daha üstün birinin üzerine güneş ne doğmuş ne de batmıştır. »
Ümmetlerin en hayırlısı da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ ﴾
« Siz, insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.»
﴿ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا﴾
« Sonra bu Kitab’ı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras olarak bıraktık. »
“Musned” de gelen bir rivayette Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Sizler yetmiş ümmeti tamamlarsınız. Onların, Allah’a en hayırlı ve en değerli olanları sizlersiniz. »
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin en üstünü de, kendi zamanında yaşayan sahabelerdir. Başka bir hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Asırların en hayırlısı, benim gönderildiğim asırdır. Sonra, ondan sonra gelenler, sonra ondan sonra gelenlerdir. »
Yine Buhari ve Muslim’de gelen hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Ashabıma sövmeyin. Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onun yarısına bile ulaşamazsınız. »
Muhacir ve Ensar’dan Sabikûn-Evvelûn (öne geçen ilkler) diğer sahabelerden daha üstündürler. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿ لَا يَسْتَوِي مِنكُم مَّنْ أَنفَقَ مِن قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُوْلَئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً مِّنَ الَّذِينَ أَنفَقُوا مِن بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلّاً وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى ﴾
« İçinizden Mekke’nin fethinden önce sarfeden ve savaşan kimseler elbette diğerleriyle bir olmazlar. Bunlar, fetihten sonra sarfedip savaşanlardan daha yüksek derecededirler. Allah, hepsine de en güzel mükâfat vaat etmiştir. »
﴿ وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ ﴾
« Muhacirlerden ve Ensar’dan (İslam yolunda) yarışanların öncüleriyle, onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. »
İslam yolunda yarışanların öncüleri, fetihten önce infak eden ve savaşanlardır. Fetihten murat ise, Mekke’nin fethinin başındaki Hudeybiye anlaşmasıdır. Allah Teâlâ orada şu âyeti indirdi:
﴿إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُّبِيناً {1} لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ ﴾
« (Ey Muhammed!) Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını bağışlaması için sana apaçık bir fetih verdik. »
Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! O bir fetih değil midir? Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet” dedi.
İslam yolunda savaşanların öncülerinin en üstünü ise, dört halifedir. Onların en üstünü Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali’dir. (Allah onlardan razı olsun) Sahabeden, tabiînden, bu ümmetin imamlarından ve çoğunluğun tarafından bilinen budur. Buna bazı deliller işaret etmektedir. Bu meseleyi “Minhâcu Ehlis-Sünnetin-Nebeviyye fî Nagdi Kelâmi Ehliş-Şîa vel-Kaderiyye” isimli kitabımızda daha geniş olarak ele aldık.
Sünnet ve şîa gurupları, bu ümmetin en üstününün peygamberlerden sonra halifelerden biri olduğu ve sahabeden sonra, onlardan daha üstünü olmayacağı konusunda hep birden ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ’nın dostlarının en üstünü, Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerine tâbi olan ve onu en iyi bilendir. Tıpkı, O’nun dinini bilen ve ittiba eden bu ümmetin en olgunları olan sahabe gibi. Ebu Bekir es-Sıddîk Radıyallahu Anhu, Rasûlün getirdiklerine en iyi uyan ve onunla en iyi amel edendir. O, Allah dostlarının en üstünüdür. Ümmetlerin en üstünü, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmeti, onların en üstünü , Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı, onların en üstünü de Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’dur.
Hata eden ve yanılan bir fırka, peygamberlerin sonuncusunu kıyaslayarak, evliyanın sonuncusunun, onların en üstünü olduğunu zannetmişlerdir. Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi’den başka önceki şeyhlerden hiçbiri, evliyanın sonuncusu hakkında konuşmamıştır. Bu konuda bir eser yazmış ve bir çok yerinde hata etmiştir. Sonra, sonrakilerden bir tâife meydana geldi ve onlardan her biri, kendisinin, evliyanın sonuncusu olduğunu iddia etti. Onlardan kimi, evliyanın sonuncusunun Allah’ı bilme yönünden peygamberlerin sonuncusundan daha üstün olduğunu ve peygamberlerin Allah’ı bilmede, onun sayesinde istifade edeceklerini iddia etmiştir. Aynen “El-Futuhâtul-Mekkiyye” ve El-Fusûs” kitaplarının sahibi İbnu A’râbî’nin iddia ettiği gibi. Böylelikle, şeriata, akla, Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlerine ve dostlarına (evliyasına) muhalefet etmiştir. Tıpkı: “Tavan altlarından üzerlerine düştü” diyene: “Bunu ne akıl, ne de Kur’an kabul eder” denildiği gibi.
Bunun içindir ki, peygamberler, bu ümmetin evliyasından zaman olarak çok daha öncedir. Peygamberler -en üstün salat ve selam onların üzerine olsun- evliyadan daha üstündür. Acaba peygamberlerin hepsi nasıl olurdu!? Evliyâ, Allah’ı tanımada, kendilerinden sonra gelenlerden istifade ederler. Ve o, kendisinin sonuncusu olduğunu iddia ediyor. Peygamberlerin sonuncusunun onların en üstünü olduğu gibi, evliyanın sonuncusu onların en üstünü değildir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in diğer peygamberlere üstünlüğü delillerle ispatlanmıştır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisinde buyurduğu gibi:
« Ben Âdemoğlunun efendisiyim. Bunda övünç yoktur. »
Yine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
« Cennetin kapısına gelirim ve açılmasını talep ederim. Bekçisi der ki: Sen kimsin? Bunun üzerine ben derim ki: “Muhammed” Cennet bekçisi şöyle der: Bu kapıyı senden önce hiç kimseye açmamakla emrolundum. »
Mi’rac gecesinde ise, Allah, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in derecesini, bütün peygamberlerin üstünde yükseltmiştir. Onların daha fazla hak edenleri Allah Teâlâ’nın şu âyetinde buyurduğu gibidir:
﴿تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ﴾
« İşte bu peygamberler…Onlardan bazılarına üstün kılmışızdır. Allah’ın konuştuğu ve bazılarının da derecelerini yükselttiği kimseler onlardandır. »
Bunlardan başka deliller de vardır. Peygamberlerin her birine vahiy gelmekte idi, özellikle de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e. Peygamberliğinde, başkasına ihtiyaç duymadığı gibi, şeriatında de ne geçmiştekilere ve ne de sonrakilere, O’ndan başkasının tersine, ihtiyaç duymamıştır. Mesih Aleyhisselam ise, şeriatının bir çoğunda Tevrat’a müracaat edilir. Mesih gelmiş ve Tevrat’ın şeriatını tamamlamıştır. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar, Mesih’ten önceki peygamberlere, Tevrat ve Zebur’a ve tamamı yirmi dört tane olan peygamberlere ihtiyaç duymaktaydılar. Bizden önceki ümmetler, kendilerine ilham gelen kişilere muhtaçtılar. Bu, Muhammed ümmetinin hilafınadır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte, ne bir peygambere ne de kendisine ilham gelen birisine muhtaç değillerdir. Bilakis, kendisini diğer peygamberlerden ayıran faziletleri, bilgileri ve salih amelleri onda toplamıştır. Allah, insan vasıtası olmaksızın, O’na gönderdiği ve indirdiğiyle üstün kılmıştır.
Bu ise evliyanın tersinedir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin kendisine ulaştıktan sonra, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e uymasından başka bir yolla Allah’ın dostu olamaz. Kendisine hidayetten ve hak dinden bir şeyler ulaştığında, bu, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in aracılığıyladır. Yine, bir Rasûlün risaleti kime ulaşırsa, kendisine gönderilen o Rasûle uymadığı müddetçe Allah dostu olamaz.
Her kim, kendisine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin ulaştığı Allah dostlarından olduğunu, Allah’a giden yolda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ihtiyaç olmadığını iddia ederse kâfir mülhiddir. Kendisinin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e batinî ilimde değilde, zahiri ilimde veya hakikat ilmi olmaksızın şeriat ilmine muhtaç olduğunu söylerse, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ehli Kitaba değil de ümmîlere gönderilmiş bir peygamberdir, diyen Yahudi ve Hıristiyanlardan daha şerlidirler. Bunlar, bazısına inanıp, bazısını inkâr ettiler. Bunun için onlar kâfir oldular. Yine, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, bâtınî ilmi olmaksızın zâhirî ilimle gönderilmiştir, diyen, getirdiklerinin bazısına inanıp, bazısını inkâr edende kâfirdir. O, bunlardan daha inkârcıdır. Çünkü, kalplerin imanının, ilimlerinin ve ehvalinin ilmi olan batınî ilmi, batınî îmanın hakikatinin ilmidir. Bu ise, mücerred zahiri İslam amellerinin ilminden daha şereflidir.
Birisi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in, imanın hakikati olmaksızın ancak bu zahiri ilimleri bildiğini, bu hakikatlerin Kitab ve Sünnetten alınmayacağını iddia eder ve Rasûlün getirdiklerinin bir kısmını bırakıp, diğer kısmına îman ederse, bu; bazısına inanır, bazısını inkâr ederim, diyen birinden daha şerlidir. İman ettiği bu bazısının, iki kısımdan daha aşağı olduğunu ise iddia etmez.
Bu mülhidler (inkârcılar),velayetin (dostluğun), nübüvvetten daha üstün olduğunu iddia ederler. İnsanları aldatarak, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in velayeti (dostluğu), nübüvvetinden daha üstündür derler ve:
“Berzahtaki nübüvvetin makamı
Velinin altında, Rasûlün üstündedir”
şiirini söylerler.
“O’nun risaletinden daha üstün olan velayetinde bizler ortaklık ettik”, derler. Bu ise, onların en büyük sapıklıklarıdır. Bu mülhidlerin (inkârcılar) O’na benzemesini bir tarafa bırakın hatta Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in velayeti ne İbrahim ne de Mûsâ Aleyhisselam’a benzer.
Her Resul nebi, her nebi de velidir. Rasûl ise nebi ve velidir. O’nun risaleti nübüvvetini ve nübüvveti de velayeti (dostluğu) içerir. Acaba O’nun velayeti nasıl olur? Allah’a dostluğu olmaksızın, Allah’ın sadece O’na haber vermesini uygun görmeleri, ettikleri bu takdir imkansızdır. Allah’ın O’na haber verme hali, sadece Allah dostu için olması da imkansızdır. Nübüvvet, sadece velayetten olamaz. Şayet sadece bu şekilde takdir edilse, hiçbir kimse Allah’ın dostluğunda Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e benzemez.
Bunlar, “el-Fusûs” kitabının sahibi İbnu Arabi’nin dediği gibi, şöyle derler: Onlar, Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e vahiy getiren meleğin aldığı madenden alırlar. Böylelikle onlar filozof inkârcı akidesine itikat ettiler. Sonra mükâşefe (gizli şeyleri ortaya çıkarma) kalıbından onu dışarı çıkardılar. Yıldızlar eski ve ezelidir, onun ona benzeyen illetleri vardır. Aristo ve ona tâbi olanların dedikleri gibi: Onun evveli zatında zorunludur. Tıpkı İbnu Sîna ve benzerleri olan sonrakilerin dedikleri gibi. Onlar, onun gökyüzünü ve yeri ve ikisi arasındakini altı günde yaratan Rabbin olduğunu söylemezler. Mevcut olan her şeyi kudretiyle ve dilemesiyle yaratmadığını ve detayları bilmediğini söylerler. Aksine Aristo’nun dediği gibi ya O’nun ilmini mutlak olarak inkâr ederler veya da ancak bütünüyle değişken işleri bilmektedir, derler. Aynen İbnu Sîna’nın dediği gibi. Bu sözün hakikati ise, Allah’ın onunla alakalı ilmini inkârdır. Dışarıda olan her varlık eflakın belirli bir cüzüdür. Eflak ise hepsinden belirli bir cüzdür. Yine, nefislerin hepsi, onun sıfatı ve fiilleri de böyledir. Bütününden başka bir şey bilmeyen, mevcudattan bir şey bilemez. Bütün, nefislerde değil, zihinlerde var olan bütündür.
Bunlar hakkında “Akıl ve Nakil Tezatlığına Reddiye” adlı kitabımızda ve başkasında geniş olarak ele aldık. Bunların küfürleri Yahudi ve Hıristiyanların, bilakis, Arap müşriklerin küfründen bile daha üstündür. Bunların hepsi; Allah, gökleri ve yeri yarattı ve kudreti ve dilemesiyle bütün mahlukları yaratandır, derler.
Yunan filozoflarından olan Aristo ve benzerleri, melekler ve nebileri tanıdıkları halde, yıldız ve putlara tapıyorlardı. Aristo’nun kitaplarında bundan hiç bahsedilmemiştir. O topluluğun ilimlerinin çoğunluğu, doğa ilimleriydi.
İlâhi işlerde ise, onun hakkındaki sözleri, oldukça az ve hatalarla doludur. Yahudi ve Hıristiyanlar, bozma ve değiştirmelerinden sonra ilâhi işleri onlardan çok daha iyi bilirler. Fakat İbnu Sina ve başkaları gibi sonradan gelenler, Rasûlün getirdikleri ile bunların sözleri arasını birleştirmek istediler. Bu şeyleri de mu’tezile ve cehmiyyenin usûlünden aldılar. Ehlül-Milel filozofların dayandıkları, onların ve bunların sözlerini mezheb olarak takip ettiler. Başka yerlerde bazısına dikkat çektiğimiz gibi onda fesat ve zıtlık vardır.
Bunlar Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (Allah’ın salat ve selamı hepsinin üzerine olsun) gibi, Rasûlün emrini gördüklerinde, âlemlere ışık saçmış, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e gönderilen Nâmus’un (Cibril), âlemin içine aldığı en üstün Namus olduğunu itiraf etmişlerdir. Melekler ve cinleri zikreden peygamberler bulmuşlar, onlarla Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve Âhiret gününün marifetinden en uzak selefleri olan yunanlıların sözlerini birleştirmeyi istemişlerdir. Bunlar “Ukûlu Aşara” yı ispata çalışmışlar ve onu da “mucerredat” ve “muferakat” diye isimlendirmişlerdir.
Bunun aslı ise, nefsin beden ayrılmasından alınmıştır. Onu da, onun maddeden ayrılmasından dolayı muferakat, ondan kendini soyutlamasından dolayı da mucerredat diye isimlendirdiler. Ve bunu da eflak için ve her felek’in nefsi olduğunu ispat etmeye çalıştılar. Onların çoğu bunu aslı olmayan olarak, bazıları da onun aksine âit olduğunu ifade ettiler.
İspat ettikleri bu mucerredat, tam olarak nefislerdeki değil, zihinlerdeki mevcut olan işlerde döner.
Tıpkı Fîsağurs ve ashabının soyutlanmış adetleri ispatlamaya çalıştıkları gibi. Yine Eflatun ashabının mücerred Eflatun örneğini ispat ettikleri gibi. Onların anlayışlıları bunun nefislerde değilde ancak zihinlerde gerçekleştiğini itiraf etmiştir.
Bunlar, onlardan olan İbnu Sina gibi sonradan gelenler fasit olan usulleri üzere nübüvvet emrini ispat etmek istediler.
Nübüvvetin üç özelliği olduğunu, kim bununla vasıflanırsa nebi olduğunu iddia ettiler:
1- İlmî kuvveti olması. Onu da “Kudsî Kuvvet” olarak isimlendirdiler. Onunla ilmi öğrenmeksizin ulaşırlar.
2- Hayal gücünün kuvvetli olması. Nefsinde idrak ettiğini tahayyül eder. Örneğin; tıpkı uyuyanın duyması ve görmesi gibi kendisi resimler görür ve sesler işitir. Onun için dışarıdan bir varlık olmaz. Bu resimlerin de Allah’ın melekleri, o seslerin de Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğunu iddia ettiler.
3- Faal kuvveti olması. Onunla âlemin her maddesine tesir ederler. Peygamberlerin mucizeleri, evliyanın kerametleri ve olağanüstü sihirleri nefislerin kuvvetindendir. Kendi usullerine uyanları kabul ederler. Âsâ’nın yılana dönüşmesi, ayın ikiye yarılması ve benzeri olayları ise, bunların varlığını inkâr ederler.
Bunlarla alakalı kelamı bir çok yerde geniş olarak ele almış ve kelamlarının, kelamların en bozuğu olduğunu beyan ettik. Nebinin özelliklerinden kıldıkları bunlar ele geçmiştir. Peygamberlere uymanın en azı ve genelin herhangi biri ondan ne kadar da üstündür.
Muhakkak ki peygamberlerin haber verdikleri melekler diridirler, konuşurlar, Allah’ın yarattıklarının en üstünleridir ve sayıları da pek çoktur. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
﴿وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ إِلَّا هُوَ﴾
« Rabbinin askerlerini O’ndan başka kimse bilemez. »
Sayıları da onla sınırlı olmadığı gibi az da değildir. Özellikle de bunlar, birinci çıkanın akıl olduğunu ve ondan başka her şeyin ondan kaynaklandığını iddia ederler. O, onların katında Allah dışında her şeyin Rabbidir. Yine her akılda ondan başkasının Rabbidir. Akıl onuncu faaldir. Ay yıldızın altında hepsinin Rabbidir.
Bu ise Rasûl’ün dininden, zorunluluk hali ile onun fesadı bilinmektedir. Allah’tan başka, meleklerden hiç biri yaratıcı değildir. Ve bunlar birinci aklın, hadise zikredilen akıl olduğunu iddia edeler. Rivayette: Allah’ın ilk yarattığı akıldır. Ona şöyle dedi: Kabul et, o da kabul etti. Ona şöyle dedi: Sırtını dön, o da sırtını döndü. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “İzzetime andolsun ki, ben, bana senden daha değerli bir mahluk yaratmadım. Seninle alacağım ve seninle vereceğim. Sevap senin içindir ve ceza da sanadır.” Başka bir rivayette kalemi şu şekilde isimlendirirler: “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir.” [ Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. ]
Akıl hakkında zikredilen hadisler, Ebu Hatim el-Bustî, Ebu Hasen ed-Dârakutnî, İbnul-Cevzî ve başka hadis âlimleri katında yalan ve uydurmadır. O ise, üzerine itimat edilen hadisin toplanılmasından bir şey değildir. Bununla birlikte, şayet hadisin lafzı: “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı akıldır. Ona şöyle dedi” şeklinde sabit olsaydı, onların lehine hüccet olurdu. Fakat hadis, “Allah aklı yarattığında ona şöyle dedi…” şeklinde rivayet olunmuştur. Allah Teâlâ ona, yarattığının ilk vakitlerinde hitab etmiş, onun manası ise yarattıklarının ilkidir, değildir. Hadisin tamamı ise; “Bana senden daha değerli bir varlık yaratmadım” şeklindedir. Bu ise, Allah Teâlâ’nın ondan önce, ondan başkasını yarattığını gerektirir. Sonra şöyle buyurur: “Seninle alır ve seninle veririm. Sevap senin içindir ve ceza da sanadır.” Bundan sonra, özelliklerden dört çeşit zikretmiştir. Ve onların katında, yukarı ve alt âlemin temelinin hepsi akıldan sâdır olmuştur. Bu ise, bunun neresindedir?!
Onların hatalarının sebebi ise; Müslümanların lügatlerindeki akıl lafzı, bu yunanlıların lügatindeki akıl lafzı değildir. Müslümanların lügatindeki aklın masdarı ise “akıl etmek” manasına gelen “akale – ye’kilu – aklen” fiilidir. Kur’an’da geldiği gibi:
﴿وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ﴾
« Ve yine derler ki: “Eğer dinleseydik, yahut akıl etseydik, cehennem ehlinden olmazdık. »
﴿إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ﴾
« İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için deliller vardır. »
﴿أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا ﴾
« Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki, orada onların akıl edecekleri kalpleri, işitecek kulakları olsun. »
Akıldan istenilen ise, Allah Teâlâ’nın insanda kıldığı ve onunla aklettiği iç güdüdür.
Bunlara gelince ise, onların katında akıl, tıpkı akleden gibi ken-di nefsinde kâim olan bir cevherdir. Bu ise Rasûlün lügatine mutabık değildir. Ebu Hasen el-Gazali’nin zikrettiği gibi onların katında yaratılmış âlem, cisimler âlemidir. Akıllar ve nefisler ise, onu “âlemul-emr” diye isimlendirirler. Aklı “âlemul-ceberût”, nefisleri “âlemul-melekût”, cisimleri “âlemul-mulk”, diye isimlendirdiler. Rasûlün lügatini ve Kitab ve Sünnetin manasını bilmeyenler, zikredilen mülk, malakût ve ceberûtun Kur’an ve Sünnete muvafık olduğunu zannederler. Durum ise hiç de öyle değildir.
Bunlar, onların katında eski olmalarına rağmen, felekin sonradan yaratıldığı genelleştirmesi gibi, Müslümanları büyük bir aldatmayla aldattılar. Sonradan olan ise, ancak kendisini geçen bir yokluk olur. Ne arabın lügatinde ne de bir başkasının lügatinde ezeli kadim “muhdes” (sonradan olan) diye isimlendirilmemiştir. Allah Teâlâ her şeyi kendisinin yarattığını haber vermiştir. Her mahluk, muhdestir ( sonradan yaratılmıştır), her muhdeste olmadan sonra varolmuştur. Fakat mu’tezile ve cehmiyyeden olan kelam ehlinin bakışları, Rasûlün haber verdiklerini onunla bilemedikleri gibi ne de akıllarındaki sorunlarını onunla kuvvetlendiler. Yine onlar ne İslam’a yardım ettiler ne de İslam düşmanlarını yok ettiler. Bunlar, onların bozuk sorunlarında onlarla ortaklık ettiler. Ve onlarla, bazı akla uygun doğru meselelerde onlarla çekiştiler. Tıpkı başka bir yerde ele alındığı gibi, bunların aklî ve vahye dayanan ilimlerdeki yetersizlikleri, onların sapıklıklarını kuvvetlendirici sebeplerdendir.
Bu filozoflar, Cibril Aleyhisselam’ı Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi nefsinde şekillendirdiği bir hayalci yapmışlardır. Hayal ise akla tâbîdir. Onlarla aynı görüşü savunan bazı inkârcılar gelmiş ve bu filozof inançsızlarının Allah’ın dostu (velisi) olduklarını, velinin Nebi’den daha üstün olduğunu ve onların Allah’tan vasıtasız aldıklarını iddia etmişlerdir. “Futuhat” ve “Fusus” kitaplarının sahibi İbnu Arabi gibi. O şöyle demiştir: “Veli, Rasûle vahiy getiren meleğin aldığı madenden alır. Maden ise, onun katında, akıldır. Melek ise bir hayaldir. [ Hayal ise akla tâbidir. Onun iddiasına göre, o, (yani peygamber) aslı hayal olandan almaktadır. ] Rasûl, hayalden almaktadır. Bunun içindir ki, o, kendi nefsinde nebinin üstünde olmuştur. Velev ki onu zikrettikleri nebinin özeli olsa bile. Onun üstünde olmasını bir tarafa bırakın hatta onun cinsinden (sınıfından) bile olamaz. Ve nasıl olur da onların onu zikrettiklerini, mü’minlerin birisi için vuku bulur? Nübüvvet ise, bundan öte bir emirdir. İbnu Arabi ve benzerleri, filozof inkârcı sofilerden olmalarına rağmen, kendilerinin sofilerden olduklarını iddia ettiler.
Fudayl b. İyâd, İbrahim b. Ethem, Ebu Sülayman ed-Dârânî (Kerhi olarak bilinir), el-Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdullah et-Testeri ve benzerleri gibi (Allah onların hepsinden razı olsun) Ehli Kitap ve Sünnet şeyhlerinden olmalarını bir tarafa bırakın, hatta Ehli İslam sofilerinden bile değillerdir. Allah Subhânehû ve Teâlâ, melekleri, bunların sözlerinden farklı olarak vasfetmiştir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
﴿وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَداً سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُّكْرَمُونَ {26} لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُم بِأَمْرِهِ يَعْمَلُونَ {27} يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى وَهُم مِّنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ{28} وَمَن يَقُلْ مِنْهُمْ إِنِّي إِلَهٌ مِّن دُونِهِ فَذَلِكَ نَجْزِيهِ جَهَنَّمَ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ﴾
« Müşrikler: “Rahman bir çocuk edindi” demektedirler. Hâşâ. Onlar, ikram edilmiş kullardır.
Sözleriyle O’nun önüne geçmezler ve yalnız O’nun emriyle amel ederler. Allah, onların önlerindekini de bilir, arkalarındakini de. Rıza gösterdiği kimselerden başkasına şefaat edemezler; O’nun korkusundan titrerler.
Onlardan herhangi biri Allah’ı bırakıp da “ben ilâhım” derse, bu yüzden onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz zâlimleri böyle cezalandırırız.»
﴿ وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاءُ وَيَرْضَى﴾
«Nitekim göklerde nice melekler vardır ki, ancak Allah’ın dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesinden sonra şefâatleri bir işe yarar. »
﴿قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَمَا لَهُمْ فِيهِمَا مِن شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُم مِّن ظَهِيرٍ {22} وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِندَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَن قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ﴾
« (Ey Muhammed!) De ki: “Allah’ı bırakıp da, ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şeye sâhip olmadıkları, bunlardan hiçbir ortaklıkları bulunmadığı ve onlardan hiçbiri Allah’ın yardımcısı olmadığı halde, ilâh diye ileri sürdüklerinizi haydi çağırın.” Allah katında, şefâat etmesine izin verdiği kimseden başkasının şefâati fayda vermez. »
﴿وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ عِندَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَ {19} يُسَبِّحُونَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ﴾
« Göklerde ve yerde kim varsa Allah’ındır. O’nun katındakiler O’na ibadet etmekten büyüklenmezler ve yorulmazlar. Gece ve gündüz usanmadan (O’nu) tesbih ederler. »
Allah Teâlâ, meleklerin İbrahim Aleyhisselam’a bir insan sûretinde geldiğini, Meryem Aleyhisselam’a gelen meleğin insan şeklinde olduğunu, Cibril Aleyhisselam’ın Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e (sahabeden) Dıhyetul-Kelbî kılığında ve Arabi sûretinde geldiğini ve insanlarında onu gördüklerini haber vermiştir.
Allah Teâlâ Cibril Aleyhisselam’ı, âyetinde buyurduğu gibi şu şekilde vasıflamıştır:
﴿ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ {20} مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ﴾
« Arş’ın sâhibi katında çok itibarlı, güçlü ve güvenilir. »
﴿وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ﴾
« O (Muhammed), Cebrâil’i apaçık ufukta görmüştür. »
Yine O’nu şu vasıflarla vasıflamıştır:
﴿عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى {5} ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى {6} وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى {7} ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى {8} فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى {9} فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى {10} مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى {11} أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى {12} وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى {13} عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى {14} عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى {15} إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى﴾
« Çetin kuvvetleri olan üstün akıl sâhibi. En yüksek ufukta iken doğrulmuş, sonra da yaklaşıp inmiştir.
İşte o zaman araları, iki yay arası kadar, belki daha da yakın olmuş, o sırada da Allah, kuluna vahyedeceğini etmiştir. Muhammed’in kalbi, gözünün gördüğünü asla yalanlamamıştır.
Ey kâfirler! Şimdi siz, onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?
Muhammed, Cebrâil’i, başka bir inişinde Sidre-i Müntehâ da yine görmüştü.
Sidre’nin yanında da varılacak cennet vardı. Sidre’yi ise, kaplayan şey kaplamıştı.
Muhammed’in gözü, görülecek şeyden ne sapmış, ne de onu aşmıştır; fakat Rabbinin varlığının en büyük delilini görmüştür. »
Buhari ve Muslim’de, Aişe Radıyallahu Anha’dan gelen rivayette, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Cibril Aleyhisselam’ı Allah’ın yarattığı sûrette iki defadan başka görmediği bildirilmiştir. Yani, birinci sefer “el-Ufukul-A’la” da (en yüksek ufukta), ikinci inişte ise “Sidretul-Munteha” yanında. Başka bir yerde Cibril Aleyhisselam’ı “Rûhul-Emin” ve “Rûhul-Kuds” olarak vasfetmiştir. Ve bundan başka, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu yaşayan ve akleden canlılardan, Cibril Aleyhisselam daha üstün sıfatlara sahiptir. O, kendi nefsinde kâim bir cevherdir. Bu inançsız filozofların iddia ettikleri gibi, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi nefsinde canlandırdığı bir hayal değildir. Ve yine, durum, Allah velileri, peygamberlerden daha üstündür, diye iddia edenlerin ki gibi de değildir.
Bunların hakikatte gayeleri, îman usulleri olan Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Resullerine ve Âhiret Günü’ne îmanı inkârdır. İşlerin hakikati ise yaratanı inkârdır. Onlar, yaratanın mevcûdiyetini yaratılanın mevcûdiyeti yerine koyuyorlar ve mevcut olan, tekdir, diyorlar. Tek olanın kendisiyle, yine tek olanın çeşidini birbirinden ayırt etmiyorlar. Mevcûdât, vücut müsemmasında ortaktır. Tıpkı, insan müsemmasının “ünâs” (insanlar-Âdem oğulları) kelimesinde, hayvan müsemmasının da “hayavânât” (hayvanlar) kelimesinde ortak olması gibi. Fakat bu toplu ortaklık, ancak zihinlerde oluşan bir toplu ortaklıktan başka bir şey değildir. İnsan yapısı, bir atın yapısı gibi değildir. Göklerin vâr oluşu, insanın vâr oluşu gibi değildir. Yine Allah Celle Celâluhû’nun varlığı da yarattıklarının varlığı gibi değildir.
Onların sözlerinin hakikâti, yaratıcıyı hiçe sayan Firavun’un sözüdür. O, var olanı ve tanıklar önünde meydana geleni inkâr etmiyordu. Fakat o, bu vâr oluşun kendi nefsinde, kendiliğinden olduğunu ve bir yaratıcısının olmadığını iddia etmiştir. Bunlar, bu meselede ona muvafakat etmişlerdir. Fakat onun Allah olduğunu iddia etmişlerdir.
Firavun’un bu sözü, onların bozulmalarından daha açık olsa bile, bunlar, bununla ondan daha çok sapıktırlar. Bunun içindir ki, putlara tapanların Allah’tan başkasına tapmadığını söylemişlerdir. Ve şöyle dediler: “Firavun, hüküm ve güç sahibi olduğunda –velev ki kendi örflerinde müsamahakâr davransa da- onun içindir ki: Ben sizin en büyük Rabbinizim, demiştir. Yani, her şey bir Rabbe nispet edilse de, zahirde size verdiğim ve size hükmetmem bakımından ben sizden daha üstünüm, demiştir.
Yine onlar şöyle dediler: Sihirbazlar, Firavun’un dediklerinin doğruluğunu öğrendiklerinde, onu ikrar ettiler ve ona şöyle dediler: « Ne hüküm verirsen ver; ancak bu dünya hayatında hüküm verebilirsin. » Firavun’un « “Ben sizin en büyük Rabbinizim” demişti. » sözü doğru çıkmıştır, demişlerdir.
Firavun, hakkın kaynağı olmuştur. Sonra âhiret gününün hakikatini (gerçeğini) inkâr ettiler. Cehennem ehlinin tıpkı cennet ehli gibi nimetlendirildiklerini söylemişlerdir. Kendilerinin, Allah dostları ehlinden, çok özel seçilmiş kişiler olduklarını, peygamberlerden daha üstün olduklarını ve peygamberlerin Allah’ı ancak onların kandillerinden bildiklerini iddia etmeleriyle beraber onlar, Allah’ı, Âhiret Günü’nü, Meleklerini, Kitaplarını ve Resullerini inkâr ettiler.
Burası, bunların inançsızlıklarını izah etme yeridir. Fakat, söz, Allah dostları ve Rahman’ın dostları ile şeytanın dostları arasındaki fark olduğu için bunları anlattık.
Onlar, insanların çoğunluğu içerisinde, şeytanın dostları oldukları halde, bunlar, Allah dostluğunu-veliliğini iddia eden kimselerdir. [ Buna dikkatleri çekmiştir ] Bunun içindir ki, onların sözlerinin geneli, ancak şeytânî hayallerden ibarettir. “el-Futuhât” kitabının sahibinin dediği gibi onlar, hakiki (gerçek) yeryüzüne, hayal yeryüzü (hayal dünyası) diyorlar.
Kendilerinin, hakkında konuştukları hakikatin hayal olduğu itiraf edilmiştir. Hayal ise, şeytanın tasarrufunun merkezidir. Şeytan, insana gerçekleri onun zıttına göstermektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَاناً فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ {36} وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ {37} حَتَّى إِذَا جَاءنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ {38} وَلَن يَنفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذ ظَّلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ﴾
« Allah’ın zikrini kim umursamazsa, ona bir şeytan musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar, onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.
Nihayet bize geldiği zaman, arkadaşı şeytana der ki: “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı uzaklığı (kadar bir uzaklık) olsaydı. Ne kötü bir arkadaş!...
Fakat bu pişmanlığınız, bugün size asla fayda sağlamayacaktır; çünkü zulmettiniz. Artık azâbta şeytan kardeşinizle müştereksiniz. »
﴿إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاءُ وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيداً{116} إِن يَدْعُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ إِنَاثاً وَإِن يَدْعُونَ إِلاَّ شَيْطَاناً مَّرِيداً {117} لَّعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيباً مَّفْرُوضاً {118} وَلأُضِلَّنَّهُمْ وَلأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الأَنْعَامِ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَن يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيّاً مِّن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَاناً مُّبِيناً {119} يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُوراً﴾
« Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affetmez. Bunun dışındaki (günâh) leri ise, dilediği kimse için affeder. Her kim Allah’a şirk koşarsa, son derece büyük bir dalâlete düşmüş olur.
(Müşrikler) Allah’tan başka, yalnız dişi (lerin isimlerini verdikleri put) lere duâ edip yalvarırlar. İnatçı şeytandan başkasına da duâ etmezler.
Nitekim Allah, o şeytanı lânetlemiş, şeytan ise şöyle demişti: “Senin kullarından, mutlaka belirli bir nasîb edineceğim.
Ve onları, mutlaka (doğru yoldan) saptıracağım ve boş umutlarla oyalayacağım. Onlara emredeceğim ki: (Putlar için) hayvanların kulaklarını yarsınlar; ve yine emredeceğim ki, Allah’ın yarattığını değiştirip bozsunlar.” İşte kim, Allah’ı bırakıp da (bu inatçı) şeytanı dost edinirse, apaçık bir hüsrana uğramış olur.
« Şeytan onlara va’deder ve onlar boş umutlarla oyalar. Oysa şeytan, aldatmacadan başka bir şey va’detmez. »
﴿وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الأَمْرُ إِنَّ اللّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدتُّكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ إِلاَّ أَن دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي فَلاَ تَلُومُونِي وَلُومُواْ أَنفُسَكُم مَّا أَنَاْ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَا أَشْرَكْتُمُونِ مِن قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ﴾
« İş bitirilince, şeytan da der ki: “Allah size hak olan bir va’dde bulunmuştu. Ben de size va’detmiştim, fakat sonra sözümden döndüm. Benim, sizin üzerinizde herhangi bir kuvvetim yoktu; ancak ben sizi davet ettim; siz de bana icabet ettiniz. Bu itibarla beni değil kendinizi kötüleyin. Ben sizi kurtaramam; siz de beni kurtaramazsınız. Daha önce (dünyada iken) sizin beni şirk koşmanızı bugün inkâr etmiş bulunuyorum. Muhakkak ki zâlimler için çok acı bir azâb vardır. »
﴿وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لاَ غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَإِنِّي جَارٌ لَّكُمْ فَلَمَّا تَرَاءتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلَى عَقِبَيْهِ وَقَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكُمْ إِنِّي أَرَى مَا لاَ تَرَوْنَ إِنِّيَ أَخَافُ اللّهَ وَاللّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ﴾
« Şeytan, onlara amellerini süslemiş ve “bugün, insanlardan size gâlip gelecek yok! Ben sizinle beraberim” demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce de, topukları üzerinde dönmüş ve “ben sizden uzağım. Ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Allah’ın azâbı çok şiddetlidir” demişti. »
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den, Cibril Aleyhisselam’ın melekleri tuttuğu, şeytanların ise, kullarını onunla güçlendirdiği Allah’ın meleklerini gördüklerinde, onlardan kaçtıkları, Allah’ın da mü’min kullarını melekleriyle güçlendirdiği (sahih bir hadiste) rivayet edilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿إِذْ يُوحِي رَبُّكَ إِلَى الْمَلآئِكَةِ أَنِّي مَعَكُمْ فَثَبِّتُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ ﴾
« Rabbin meleklere şöyle vahyetmişti: “Şüphesiz ben sizinle beraberim; mü’minlerin kalplerini pekiştiririm. »
﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحاً وَجُنُوداً لَّمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيراً﴾
« Ey îman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani üstünüze (müşrik kabilelerden müşekkil) ordular gelmişti de biz de onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular sevk etmiştik. »